Beni yazsana... dedi.

Kadın: "Aslında seninle ilk karşılaştığımız gün karar vermiştim yazmaya. Sonra aradan bir ay geçti ve ben kimden başlayacağımı bilemediğim için, kimseyi yazamadım... Şimdi de, gerçekten iyi bir fikir olup olmadığından eskisi kadar emin değilim" deyince, Adam: "Beni yazsana...." deyiverdi.

"İyi de ne yazacağım ki senin hakkında, çok uçuşkansın, iki üç bilgi kırıntısı, güzel bir gülümseme.. Bunlarla dolmaz ki.." dedi Kadın. "E anlatayım o zaman?" dedi Adam ve yaklaşık iki saat, durmadan, duraksız, konuştu.... Ve Kadın dinledi, bir iki soru sordu bazen ama genelde dinledi. Yürüdüler uzun uzun..

Adam İsviçre'de doğmuş, büyümüştü. Kadından küçüktü ve birinci dünya ülkesinde büyüyen her çocuk gibi, büyürken habersizdi birçok şeyden. Pamuklara sarmıştı onu annesi, hayır pamuklara değil, ipek kozasına sarmıştı. Güvenli, sıcak, sakin bir koza içinde saklamıştı. Çünkü İtalyandı annesi, İtalyanlar da Türkler gibi, çocuklarını sıkı sıkı duygusal kundaklarla sarar sarmalar. Bu sıkı kundak içinde çocuk ancak nefes alıp verebilir; kıpırdamasına, öyle elini kolunu rastgele sallayıp da maazallah yüzünü gözünü çizdirmesine izin vermezler.. Özenirlerdi İtalyanlar da Türkler gibi çocuklarına; onlar için, onların yerine hayâller kurar, onlar bu hayâlleri gerçekleştir(e)mediklerinde de, üzülürlerdi. Annesi üzüldüğünde halbuki; öyle de güzel olurdu ki, aksi gibi üzesi gelirdi insanın.... O upuzun elleri, upuzun kahverengi saçlarına uzuuun uzun dokunur, o çekik kahverengi gözleri hüzünlenir, buğu buğu parlardı. Adam - yani o zamanlar çocuk - bazen sırf bu buğulu gözleri görebilmek için, özellikle mi üzerdi annesini? 

Bilmiyor.

Babası ise İsviçreliydi; upuzun bir adamdı. Hayır, Adam o zamanlar çocuk olduğu için değil, Baba gerçekten upuzun olduğu için upuzundu... Upuzun iş gezilerine çıkan, upuzun bir adamdı Baba. Gözleri; denizsiz bir ülkenin hayâl denizleri kadar koyu bir mavi. Upuzun gezilere çıkan bu upuzun adam, mesafeli ve biraz da soğuk bir babaydı çocuk için. Ya da belki değildi de, İtalyan annenin kontrastında öyle görünüyordu. 

Bilmiyor. 

Çok para kazanan bir babaydı. Çok seyahat eden bir babaydı. Çok yakınlaşamayan, yakınlaşılamayan bir babaydı.. Hâlâ hayatta... Oysa Anne.... Anne erken gitti (İtalya'ya mı diyecek oluyorum nedense, öyle olduğuna inanmak istediğim için demiyorum...)

Yatılı okullar. Çok paralar verilen, çok yüksek dağlarda, çok uzak, çok disiplinli yatılı okullar var sonra... Yıllarca, bir ömür uzunluğunda, bitmek bilmeyen yatılı okullar. Ama bitiyorlar. Çünkü, her şey biter.

Sonra bir tartışma var. Şirketi oğlunun üstüne devretmek isteyen ama kontrolü bırakamayan, yönetici bir babayla yaşanan, sert bir tartışma var sonra.. Önemli değil... Önemli değil.. O zaman öğrendi Adam - yani o zamanlar genç - hayatının sadece 1 (bir!) bavula sığabildiğini ve o bavulun dünyanın taaaaa diğer ucu sandığı Laos'a dek sırtında taşınabildiğini... Sonra Tayland. 

"Biliyorum o geçişi!" diye bağırdı Kadın. Adam'ın sözünü, kendi heyecanına yenilerek kesti. Çünkü yıllar önce, Kadın da - yani o zamanlar genç -, Adam'ın - yani o zamanlar genç - tam ters istikametinde, Tayland'tan Laos'a o sınırdan geçerek, yürüyerek, girmişti... O ormanı hatırlıyor kadın, "Dikkat Bengal kaplanı doğal yaşam alanı" yazan tabelayı hatırlıyor. Adam hatırlıyor mu peki? Hayır. Belki Adam'ın ormandan geçtiği günlerde, Bengal Kaplanı'nın türü çoktan tükenmişti..... "Zaman değişkeni...." diyor Kadın içinden, "son günlerde, Zaman'ın değişken ve değiştiren olduğunu öyle çok hatırlattı ki hayat bana...."

Adam, Kadın'a düşünceleri içinde biraz salınması için zaman veriyor. Kadının yüzüne bakıyor tüm o salınım boyunca, bittiğini ve Kadın'ın geri döndüğünü anladığında, devam ediyor.

"Tayland'da uzun zaman kaldım. Annemin gözleri gibi buğulu zamanlar, çok fazla amfetamin. Bilirsin (bilmiyor Kadın). Param bitene kadar. Genelde paran bittiğinde, eve dönme isteğin başlar. Baştan mesele Ev'ken, Dönememek mesele olur o zaman. Bilirsin (bilmiyor Kadın). Daha doğrusu, döneceğin Ev'in neresi olduğunu bilememektir meselen (biliyor Kadın)."

"Bir şekilde Burma'da buldum kendimi. Ya da yeni adıyla Myanmar. Bir Kyaung'a sığındım. Bir rahip olmak istedim. Saçlarım kesildi, bana kavuniçi bir Kashaya verdiler giymem için. Pirinç lapası, körili sebzeler, çay. Üç öğün, üç sene.. Vücudum alkolden, ilaçlardan ve bencillikten temizlenene dek." Tibet'te 7 Yıl'ı hatırlıyor Kadın, artık böyle filmlerin neden yapılmadığını düşünmeye başlıyor, yine aklı dağılıyor. Adam yine susuyor, Kadın'ı uzun uzun bekliyor.

"Sonra," diyor, "döndüm."

Herkes gider ya, herkes döner de çünkü bir gün. O da dönmüş işte ama İsviçre'ye değil, genetik mirasının neredeyse tamamını aldığı fakat hiç yaşamadığı, tanımadığı İtalya'ya da değil. Buraya. Çünkü bura, hem İsviçre gibi hem de İtalya gibi ama ikisi de değil. Adam gibi... 

"Ev peki," diyor Kadın, "ev burası mı o zaman?"

Adam gülümsüyor. Kadın, o zaman Adam'ın gözlerinde annesini görür gibi oluyor belli belirsiz. Bir şefkat, bir merhamet, bir annelik gelip geçiyor. Bir NBCeylan Sahnesi gibi, susması bol, Anadolu'nun sarı bozkırı ile yeni yağıp geçtiği belli kırkikindilerin gri mavi bulutlu kontrastında, başaklar henüz sarışına dönmemiş, süt süt kokan bir bakla yeşili, gelip geçiyor..... Kadın bu geçişleri izlerken, Adam'ın verdiği cevabı duymuyor. Ama hissediyor. Ya da biliyor - ikisi de aynı şey değil midir zaten?

"Bence de" diyor Kadın... Bence de.

(kim bilir belki devam eder, linki de belki Kadınla Adam olur).

Comments

Popular posts from this blog

Girizgâh

İlk o..